Subscribe:

Ads 468x60px

19 Ekim 2015 Pazartesi

Spititüel Terapist Güneş Mine Güleş İle HAYATIN AYNALARINDA İYİLEŞ







Tekrarlana her olay kendini göstermeye çalışan bir duygu bir inançtır .(Neden ben hep bunu yaşıyorum?
Bu benim kaderim mi dediğimiz durumlarda, yürümeyen ilişkiler,Hastalıklar, Kazalar, İflaslar,Başaramam...vb )
Gökyüzünden devasal bir ayna düştü ve milyonlarca parçaya bölündü her birinden ayrı şeyler yansısada o bir araya geldiğinde sadece seni yansıtır
şöyleki; o kızdığın kadınlar ve erkekler
hepsi sensin onlar senin aynaların kendinde onu gördüğün için kızıyor yada seviyorsun......
kabul et ya da etme bu böyle.....Bunun temizlenmesine, arınmasına, salıverilmesine, tüm negatif anıların, blokların, enerjilerin ve titreşimlerin kesilmesine, silinmesine izin ver ve bu istenmeyen enerjileri saf ışığa dönüştür …. Yaşamın çıkmazlarıı oluşturan her şey bilinçaltımızın arşivinde biriktirilmiştir. Gördüğümüz, duyduğumuz düşündüğümüz, hissettiğimiz ve imgelediğimiz, deneyimlediğimiz her şey bilinçaltımızda birikir .Bilinçaltımızda biriken bu kalıpları bir anımsatıcı olan bir olayla karşılaştığımızda bu eski kayıtlar tetiklenir.




Kısaca bizler sürekli geçmişte bilinçaltımızda biriktirdiğimiz kalıplara göre yaşar ve hareket ederiz.Ta ki Farkında Olupta buna bir son vermeye karar verinceye dek


Spititüel Terapist Güneş Mine Güleş İle HAYATIN AYNALARINDA İYİLEŞ


Ayaklarımıza batacak dikenler:
Ya ektiklerimizdir, ya sökmediklerimiz.


Bir şeyi yüreğinde ve aklında bitirmedikçe, gidişler ve kaçışlar çare değildir....Bunca zamandır kapalı olan sandıklar açılıyor, ifade edilmemiş, baskılanmış, kapatılmış, akamayan enerjiler artık size hizmet etmeye hazırlar
HAYATIN AYNALARINDA İYİLEŞ size izin verdiğiniz ölçüde sizi gösteriyor ve işte final farkında olunan yara iyileşmeye karar veriyor.




Neden ben hep bunu yaşıyorum?
Bu benim kaderim mi dediğimiz durumlarda, yürümeyen ilişkiler,Hastalıklar, Kazalar, İflaslar ... Artık bir sonu var




Hayatın Aynalarında İyileş ilişkide olduğumuz herşeyi değiştiren dönüştüren bir şifa ve sohbet semineridir .İlişkide olduğumuz herşeyi değiştirip dönüştürür dedim evet

Çünkü siz değişiyorsunuz olaylara karşı hisleriniz davranışlarınız değişiyor .Yeni Yaratıma yer açacak eski kalıplar ile vedalaşıyor
Şifanın Yaşamınıza Dokunmasına Hazırsanız Bekliyoruz <3


Ruhunuzun Güneşinin Yaşamınızda Doğması Dileği İle
Güneş Mine Güleş

Hissediş merkezi kalp çakrasına özel bir çalışma MERKEZ’E YOLCULUK Spititüel Terapist Güneş Mine Güleş İle Bizz ‘de







Kalbine kulak kulak ver(ebilirmisin) Dünyanın en ‘dürüst canlısı’ kalp!!! Cennetide cehennemide o getirir , İnsanın gerçeğidir.En hasas terazi kalptir çünkü ....

Kalbimiz bütünümüz içinde sevgiyi alan dağıtan ve bizimle daima iletişimde kalan en güzel parçamızdır. Bizi biz yapan hatta Anadolu tabiri ile bizi insan yapan yanımızdır. Kanser olmayan tek organ kalptir . Kalp içinde kirli olan hiç birşeyi barındırmaz kendini kapatır duyarsızlaşır susar kör sağır dilsiz oluverir...Rehberlik etmeyi bırakır belki ...

Umutsuzluk, kızgınlık, üzgünlük, endişe kıskançlık gibi negatif duygular kalbinizle aranızdaki iletişim kanallarını daraltır. Her ne yaşayarak bunu yaptıysanız işte size mükemmel bir fırsat

Herkesin hayatı ona yüklediği "anlam"dan ibaret. Ne eksik, ne fazla...konuşulmayanı da bir bilen, söylenmeyeni de bir duyan var.... her hissedişi arşivleyen... Tekrarlara girdiğinde ise HAYATIN ANLAMI buradan geliyor, hissediş arşivinden; işte buraya iyi bak

Aradığınız cevap şu anda kalbinizde

Kalplerini kapatmış ve etrafında kalın bir duvar örmüş olanlar duygusal olarak incinme korkusu ile yaparlar bunu oysa bu bir insanın kendine yapacağı en zalimce şeydir . Bu kişiler;

* Kelimelerin görüntülerin anlamını beyinleri ile anlar ama kalpleriyle kabul etmedikleri için yorumlayamaz verilen mesajı tam alamazlar. Her kavramın anlamını bir enerjiler topluluğu olarak algılarız ve o kavrama bir de duygu yükleriz. Duygular düşüncelere düşünceler ise davranışa dönüşür hayatı yönetir iyi / kötü

*Haz alma mekanizması kalp merkezi ile bağlantılı çalışır. Hayatlarının tadı tuzu yoktur

*Kişi içinde bir boşluk oluşur boşluğu unutmak yada bastırmak için , acıyı azaltmak için değişik savunma mekanizmaları geliştirir. Ne kendisini, ne başkalarını olduğu gibi kabul edebilir

*Güçsüz histmeye başlar. Artık savunmasızdır.Güçsüzlüğünü gizlemek için başkalarını kontrol etmek ister.

*Sevilmemekten korkmaktadır haliyle kaybetmekten.Korkaklığını gizlemek için şiddete ve öfkeye başvurur.

*Yetersiz hissetme başladığından dolayı kendini başkaları ile kıyaslayarak kıskançlık duygusu oluşturur. Kıskançlığını gizlemek için sürekli hoş görünmeye çalışır.Bir süre işe yaramadığını farkedince bunlmaya bunaltmaya başlar.

*Kendini sevmediği dışarıdan anlaşılmasın diye kendini beğenmiş olur.

*Kendini sevgi ile besleyemediği için bunu dışardan talep etmeye başlamıştır . Sevgi açlığını gizlemek için aşırı yardımsever ve fedakâr olur.Sözüm ona iyiliğine karşılık bulamadığı içinde daima hayal kırıklığı olacaktır . Hayatınız giderek anlamsızlaştıysa etrafınızda çokca seni seviyorum diyen olduğu halde hiç birini hissetmiyorsanız Hayatınızda yaratım sürecine bir türlü geçemediyseniz (evrensel yasaların başlıcası iste al yasası duygular ile çalışır giderek hissizleşen yaşam yeni olanı ortaya koyamaz )

Hissediş merkezi kalp çakrasına özel bir çalışma MERKEZ’E YOLCULUK Spititüel Terapist Güneş Mine Güleş İle Bizz ‘de

Derinlerdeki hislerinizi küçümsediğiniz her seferde kalbiniz biraz daha kırılır. Hislerinizi onurlandırarak kendinizle olan ilişkinizi ve kalbinizi onarın.

Yüreğinize Bakın. Yüreğinize iyi bakın

Güneş Ruhunuzun Güneşinin Kalbinizde Doğması Dileği İle

7 Ekim 2015 Çarşamba

İç Temizliği & Saflığın Gücü OSHO







Varlıktaki pasif direniş - cömertlik, çalmama güdüsü ve doğruluk - kişiye saflık kazandırır. Bunlar Patanjali için ahlaki kavramlar değildir; bu her zaman akılda tutulmalıdır. Batı'da bunlar ahlak olarak öğretilmiştir. Doğu'da ise ahlak olarak değil, iç temizliği olarak öğretilir. Batı'da özgeci (başka insanlara karşılık beklemeksizin yapılan hizmet, bir kimsenin başkalarının çıkarları adına kendi çıkarlarından vermesi. bencillik'in karşıtıdır) amaçlar olarak öğretilmiştir, Doğu'da bunların özgecilikle hiç alakası yoktur - tamamıyla bencilliktir.

Bu senin iç temizliğindir. Onlar sana saflık verir ve saflıkla imkansız olan, mümkün, ulaşılabilir, erişilebilir hale gelir. Saflıkla, varlığının saldırganlığı kaybolur. Zarif, ince ve yumuşak bir hale gelirsin. Saflıkla, ilahi'nin tapınağı haline gelirsin. Saflıkla, herkese gelmesi ve sana uğraması için bir davetiye gönderilir ... ve bir gün damlaya damlaya okyanus meydana gelir.

Bunlar Batı'da - veya Mahatma Gandhi'nin öğrettiği biçimiyle Hindistan'da - olduğu gibi ahlaki kavramlar olarak öğretildiğinde nitelikleri bütünüyle değişir. "Pasif direnişçi olmalısın, çünkü şiddet başkalarını incitir. Kimseyi incitme. İnsanlık denilen, tek bir ailedir ve incitmek bir günah işlemektir," dediğinde, konuyu tamamıyla başka bir boyuta saptırırsın. Patanjali der ki: "Pasif direnişçi ol; bu seni arındırır. Kimseyi incitme - incitmeyi aklından bile geçirme, çünkü bu şekilde düşünmeye başladığın an, içsel olarak kirlenirsin." Sorun diğerleri değil, sorun sensin.

Elbette kişi pasif direnişçi olduğunda, diğerleri bundan fayda görür ama bu, pasif direnişçi olmanın amacı değildir. Bu yalnızca bir gölgedir, yalnızca ürünlerden biridir. Eğer yalnız başkalarını incitmemek için pasif direnişçi olmuşsan gerçek değil demektir. Pasif direnişçi sayılmazsın. Uygarlaşmış, iyi bir sosyal yurttaşsın ama varlığın dinden hiç nasibini almamış demektir. Pasif direnişçiliğin, sen ve diğerleri arasında iletici bir madde olarak iş görmeli. İşte o zaman yaşamın daha pürüzsüz bir hale gelir, ama daha saf bir hale değil, çünkü hedef (amaç) tüm nitelikleri değiştirir. Amaç başkalarını korumak değil - başkaları elbette korunmalı, ancak şimdi konu bu değil - amaç, saflığa ulaşmak, mükemmel saflığı öğrenmektir.

Doğu dinleri bencil davranmıştır, çünkü başka bir yol olmadığını bilirler ve birileri bencil olduğunda başkaları bundan bir hayli yararlanır. Aslına bakarsan gerçek özgecilik, otantik özgecilik, derin bir bencillikten doğar. Bunlar birbirine zıt değildir, bunlar karşıt değildir; özgeciliğin çiçekleri, otantik özgecilik, derin bir bencillikten doğar. Bunlar birbirine zıt değildir, bunlar karşıt değildir; özgeciliğin çiçekleri, ancak bencil olan bir varlıkta açabilir. Bencil olmak doğal bir şeydir. İnsanları tersine zorlamak, tersine onları doğal olmayan bir yola itmektir; doğal olmayan, Tanrı'nın yolu da değildir. Doğal olmayan şey baskılamayı da beraberinde getirir; bu da sana saflığı getirmez. Yani şu unutulmamalıdır ki bunlar ahlaki amaçlar değildir.

Aslına bakarsan Doğu'da, erdem asla bir amaç olarak öğretilmemiştir, dinin gölgesidir. Din olduğu zaman, ahlaklılık otomatik olarak gelecektir, kişinin canını bununla sıkmasına gerek yoktur. Kişi bu konuda endişelenmemelidir, bu kendi akışı içerisine gelmektedir. Batı'da ahlaklılık amaç olarak - aslına bakarsan din olarak - öğretilmiştir. Doğu'nun kutsal kitaplarının hiç birinde "On Emir" gibi bir şey bulunmaz. Yaşam, emirleri izlememelidir, izlerse bir köleye dönüşürsün. Ve kölelikle cennete ulaşsan bile, o cennet yeteri kadar cennet olmayacaktır - kölelik onun bir parçası olarak kalacaktır. Bağımsızlık, özgürlük, yükselişin temel parçası olmalıdır. Yani bunlar hijyenik oranlardır. Seni arındırır, sana iç sağlığı verirler.

Saflığa ulaşıldığında, yogide kendi bedenine karşı bir tiksinme ve başkalarıyla fiziksel temasa girmeye karşı bir isteksizlik meydana gelir. Jugupsa kelimesiyle ilgili bazı sorunlar vardır. Başka dillere ‘tiksinti' şeklinde tercüme edilmiştir. Çünkü İngilizce'de "jugupsa"nın anlamını tamamıyla karşılayan bir kelime bulunmuyor. Tiksinti kelimesi yanlıştır. ‘Tiksinti' kelimesinin kendisi tiksindiricidir. İçinde kendi bedeni için tiksinti meydana gelen bir yogi düşünmek sadece inanılmazdır, çünkü yogiler vücutlarına hiç kimsenin göstermediği özeni gösterirler. Vücutlarına kimsenin bakmadığı gibi bakarlar. Mahavira ya da Buda'ya bakın - güzel vücutlar, oldukça orantılı, önemli senfoniler gibi. Hayır, imkansız. ‘Tiksinti' yanlış bir kelime; öncelikle bu anlaşılmalı. Jugupsa tiksinti demek değil. Anlamı çok zor.

Üç çeşit insan vardır. Birincisi, vücutlarına çılgınca hayran olanlar; aslına bakarsanız bunlar takıntılılar. Özellikle kadınlar bedenlerine çok önem verirler. Kadınları gözle; aynaya bakarken mutluluklarına diyecek yoktur. Kendilerine adeta aşıktırlar ve aynanın önünde saatler harcayabilirler... Bunda yanlış bir şey yok, yalnızca saatlerce aynanın karşısında olmak bir takıntıdır. Bu sürekli olarak bedenine takılmış olan ilk türdür. O kadar ki bedeninin ötesinde var olduğunu unutur. Aşkınlık unutulmuştur; yalnızca gövdeye dönüşür. Vücuduna sahip değildir, vücudu ona sahip olmuştur. Bu birinci tür insandır.




İkinci tür insan, birincinin tam tersidir; o da takıntılıdır, ancak ters yönde. Vücuda karşıdır ve ondan tiksinir; aynayı kırar. Milyonlarca şekilde kendi vücuduna zarar vermeye devam eder, ondan nefret eder. Birincisi takıntılı şekilde bedenini seviyor; diğeri öteki uç noktada bedeninden nefret ediyor. İntihar etmek istiyor. İkinci tür insanın, bir yogi gibi davrandığı sanılabilir, ama öyle değildir. Yogiler nefret edemezler. Bu bir nesne meselesi değildir; yogiler nefret edemezler, çünkü nefret kirlilik yaratır. Bu, herhangi birinden, bir şeyden veya kendi vücudundan nefret etme meselesi değildir; nesnesi ne olursa olsun, nefret kirlilik getirir. Yogiler kendi vücutlarından nefret edemezler. Ancak, bu tür sapkın yogileri, Varanasi (Hindistan) sokaklarında kendi vücutlarına işkence ederek dikenlerin veya sivri uçlu çelik çivilerin üzerinde yatarken bulabilirsin. Bu, aynanın önünde narsistik bir düşkünlüğün zevkini çıkaran bir kadının tam tersidir.

Bunlar ilk iki çeşittir ve bu iki türün arasında - tam ikisinin ortasında - vücudundan ne tiksinen ne de ona takıntılı olan, Patanjali'nin jugupsa dediği üçüncü bir tür bulunmaktadır. Bu üçüncü tür, derin bir dengenin içindedir. Vücuduna dikkat eder, çünkü o bir araçtır. Hatta vücuduna kutsal bir şeymiş gibi davranır. Onu Tanrı yaratmıştır ve Tanrı'nın yarattığı şey, her ne olursa olsun, nasıl kutsal olmayabilir ki? O bir tapınaktır. Kınanmamalıdır. Çılgınca da düşkün olunmamalıdır, yoksa içinde kaybolursun. Bu tapınak bir hayal haline gelmemelidir, bir türbe haline gelmemelidir. Türbe, tapınağın, uğruna var olduğu en derindeki özdür. Tapınağın duvarlarına tapmamalısın, ama tam tersi yönde hareket edip duvarları yok etmeye başlamanın da hiç gereği yoktur. Yalnızca derin bir tanımsızlığa gerek vardır.

Kişi bilmelidir ki:
- Ben vücudun içindeyim, ama vücuttan aşkınım
-Vücudun içindeyim ama vücut değilim.
- Vücudun içindeyim ama hapis değilim. Ben vücudun içindeyim, ama aynı zamanda ondan öteyim.
Vücut elbette bir sığınak ve güzel de bir sığınak ama, bu bir sınırlama olmamalıdır. Ondan memnun olunmalıdır; onunla savaşmaya hiç gerek yoktur. Onunla savaşmak yalnızca aptalca ve çocukçadır. O kullanılmalıdır ve doğru bir biçimde kullanılmalıdır. Jugupsa der ki - eğer onu bir şekilde tercüme etmem gerekliyse diyeceğim ki - yogi vücuttan düş kırıklığına uğramıştır. Ondan iğrenmez - sadece düş kırıklığına uğramıştır. Ruhun aradığı büyük mutluluğun vücutla mümkün olacağını düşünmez, hayır! Ama tersini, vücudu yok ederek mutluluğa ulaşılabileceğini de düşünmez. Hayır, bu ikileme düşmemek- tedir. Vücutta bir misafir gibi yaşar, ama ona bir tapınakmış gibi davranır.

Saflığa ulaşıldığında, yogide kendi bedenine karşı bir jugupsa ve başkalarıyla fiziksel temasa girmeye karşı bir isteksizlik meydana gelir. Gereğinden fazla vücudunun içinde olduğunda, her zaman başka vücutlara temas etmeyi arzularsın. Senin aşk dediğin aslında aşk değil, yalnızca bir şehvet, başka vücutlara temas etme arzusudur. Çünkü beden yalnız başına var olamaz. Diğer vücutların ağı içinde var olur. Çocuk annenin rahminde doğar; dokuz ay boyunca annenin vücudu çocuğun vücudunu besler. Çocuğun vücudu tıpkı ağaç dallarının ağaçtan dışarı büyümesi gibi annenin vücudundan dışarı doğru büyür. Çocuk hazır olduğunda elbette rahimden dışarı çıkar, ama hala annenin vücuduyla olabildiğince iletişim halinde kalır; bu iletişim annesinin göğsüyle devam eder - yalnızca süt içmek için değil - fiziksel bir ihtiyaç olan vücut ısısını almaya devam etmek için de. Bir çocuk annesinin sıcaklığını özlerse, asla onun yokluğunda sağlıklı olamaz; vücut sürekli acı çeker. İhtiyacı olan her şey ona verilebilir - yemek, süt, vitaminler - ama eğer anne- sinin vücut sıcaklığı verilmezse...

Ve elbette bu da çok sevgi dolu bir biçimde olmalı, çünkü eğer sen bir insanı sevmiyorsan, yine de ısının vücudundan diğer insana geçmesi mümkündür, ancak bu, sıcaklığın, içtenliğin değildir. Isı sevgiyle sıcaklığa dönüşür. Nitelik olarak farklı bir boyuta sahiptir. Bu, sadece ısı değildir; yoksa çocuğu ısıtabilirsin. Bugüne kadar merkezi sistemle ısıtılan bir odanın çocuk üzerinde etkilerini araştıran ve işe yaramayan birçok deney yapılmıştır. Çocuk annenin vücudundan kabul görme, sevilme, ihtiyaç duyuluyor olma, sevgi titreşimleri alır. İşte bu yüzden, sürekli olarak, erkek tüm hayatı boyunca bir kadının vücudu arkasından gider, arar, araştırır; kadın da tüm hayatı boyunca bir erkeğin vücudunu arar...

Karşı cinsler etkileyicidir, çünkü vücutların iki kutupluluğu birbirlerine yardımcı olur ve enerji verir. Bu karşıtlık bir gerilim ve enerji sağlar. Bunu beslersen güçlü hale gelirsin. Bu doğal, bunda yanlış olan bir şey yok, ama insan şiddete karşı olup, bencilliği bırakıp, içten ve samimi bir hale gelip saflaştığında, giderek daha çok saflaştığında, bilincin merkezi, vücuttan varlığa kayar. Varlık tümüyle yalnız kalabilir. İşte bu yüzden vücuduna fazla bağlı bir insan asla özgür olamaz. Çok fazla bağlılık onu çeşitli biçimlerde köleliğe, mahkumiyete sevk edecektir. Bir kadını sevebilirsin, bir adamı sevebilirsin, ama aynı zamanda derinlerinde bir yerde direnirsin, çünkü sevgili olmak aynı zamanda bir köleliktir. Seni baltalar, ilişki seni hem besler hem de hapseder. Onsuz yaşayamazsın ve onunla da yaşayamazsın.



Bu, tüm sevgililerin ortak problemidir. Ayrı yaşayamazlar ve birlikte de olamazlar. Ayrı olduklarında birbirlerini düşünürler, birlikte olduklarında da kavga ederler. Bu neden olur? İşleyiş basittir. Sevebileceğin ya da seni seven bir kadınla birlikte olmadığın zaman, bir kadının vücudundan akan sıcaklığa karşı açlık hissetmeye başlarsın. Bir kadınla birlikte olduğunda artık aç değilsindir, iyi beslenmişsindir. Ve kısa bir süre içerisinde doyuma ulaşırsın. Bir süre sonra gereğinden fazla beslendiğinden, şimdi ayrılmak, yalnız ve ilgisiz olmak istersin. Tüm sevgililer birlikteyken şöyle düşünürler: "Yalnız olmak ne kadar güzel olurdu." Ve yalnızlarken, eninde sonunda diğerine ihtiyaç duymaya, şöyle düşünmeye ve hayal etmeye başlarlar: "Birlikte olmak ne kadar güzel olurdu." Beden beraberlik ister, en içteki ruhun ise yalnızlık ister. İşte sorun bu. En içteki ruhun yalnız kalabilir - o, göğe karşı yalnız başına duran Himalaya'nın doruğudur. En içteki ruhun yalnızken büyür, ama bedenin bir bağlantıya ihtiyaç duyar. Beden kalabalıklara, sıcaklığa, derneklere, toplumlara, örgütlere ihtiyaç duyar. Nerede olursa olsun birçok insanla birlikteyken beden kendini iyi hisseder. Ruhun ise kalabalıkta açlık hissedebilir, çünkü o yalnızlıkla beslenir, ama bedenin kendini iyi hissedebilir.
Yalnızlıkta ruhun kendini mükemmel hisseder, ama bedenin ilişki için açlık hissetmeye başlar. Ve hayatta, eğer bunu anlamazsan çok perişan bir duruma gelirsin. Eğer anlarsan, bir ritim yaratırsın; hem vücudunun ihtiyaçlarını hem de ruhsal ihtiyaçlarını tatmin edersin. Bazen bir ilişkinin içine girersin, bazen çıkarsın. Bazen birlikte yaşarsın, bazen yalnız yaşarsın. Bazen doruğa ulaşırsın - öyle yalnız olursun ki "bir başkası" fikri bile ortadan kalkar. Bu bir ahenktir. İşte yoga bu demektir. İlgi odağını bedenden ruha, maddiyattan maneviyata, görünenden görünmeyene, bilinenden bilinmeyene, dünyadan Tanrı'ya çevirmektir. Her şekilde, bunun tinsel olduğunu dile getirebilirsin.

Bu bir ilgi odağı değişimidir. İlgi odağı tamamen değiştiğinde yogi, yalnızlığı içinde o kadar mutlu, o kadar saadet doludur ki, bedenin başkalarıyla birlikte olmaya duyduğu olağan arzu bir süre sonra sona erer. Saflığa ulaşıldığında yoginin içinde kendi bedenine karşı bir düş kırıklığı oluşur; artık aradığı cennete beden aracılığıyla kavuşulamayacağını, düşlediği saadete ulaşmanın beden aracılığı ile mümkün olmadığını bilmektedir. Bu, beden için imkansızdır. Sınırlı olan aracılığıyla ebedi, ölümsüz olana erişmek istemektesindir.

Sorun beden değildir, çaban anlamsızdır. Bedene öfkelenme, o sana hiçbir şey yapmamıştır. Bu, tıpkı kişinin gözleriyle dinlemeye çalışması gibidir, sorun gözlerde değildir; gözler görmek için vardır, duymak için değil. Beden maddeden yapılmıştır, maneviyattan değil. Beden ölür, ölümsüz değildir. İmkansızı istemektesin. Bunu isteme. Düş kırıklığının nedeni burada yatar.

Yogi, bedenle neyin mümkün olup neyin olmadığını basit bir şekilde anlamıştır. Mümkün olanı kabul eder, mümkün olmayanı istemez. Öfkeli değildir. Bedeninden nefret etmez. Ona her türlü özeni gösterir, çünkü beden bir merdiven, bir kapı olabilir. Amaç olamaz, ancak araç olabilir. Kendi bedenine karşı bir düş kırıklığı... Bu düş kırıklığı ne zaman olur? "Başkalarıyla fiziksel temas kurmak için duyulan isteksizlik." Sonrasında başkalarıyla fiziksel temas kurma ihtiyacı yavaş yavaş yok olur. Gerçekte bir insanın rahimden dışarı çıktığını söylemek için doğru zaman bu zamandır, öncesi değil.

Bir yogide bu gereksinim ortadan kalkar... Bu gereksinimle birlikte gerçekten doğar. Hindistan'da böyle insanlara "dwij" (ikinci kez doğmuş) denir. Kişinin, bu ikinci doğumu gerçek doğumudur. Artık onun kimseye ihtiyacı yoktur; insanüstü bir ışığa dönüşmüştür. O, artık yeryüzünden yukarıda süzülebilir; gökyüzüne uçabilir. Artık yeryüzünde kökleri yoktur. Bir çiçek olmuştur... Çiçek değil, çünkü bir çiçeğin toprakta kökleri vardır... Çiçeğin kokusu olmuştur. Tamamen özgürdür. Artık toprakta kökleri yoktur ve göğe doğru hareket eder. Başkalarının bedenleriyle ilişki kurma arzusu yok olur.

"Zihinsel saflık, neşe, konsantrasyon kabiliyeti, hisler üzerinde hakimiyet ve kendini idrak için zindelik getirir." Bu insan, artık başkalarıyla ilişki kurma ihtiyacı hissetmeyen bu insan, özgürlüğünde öyle mutludur, öyle neşeli, öyle kutludur ki... Geçen her dakikadan güçlü bir haz duyar. Bedenine dayandığın ölçüde mutsuz olursun, çünkü beden hantaldır. Bedeninin ötesine geçtiğin ölçüde hafiflersin. İsa, havarilerine, "Gelin, beni izleyin. Benim yüküm hafiftir, ağırlık yapmaz. Siz ağır yüklüler" demiştir. "Zihinsel saflık neşe getirir..." Eğer üzgünsen, her zaman keyifsizsen, her zaman mutsuzsan, mutsuzluğuna doğrudan etki edecek hiçbir şey yapılamaz. Ve ne yapılırsa yapılsın bu, boşuna olunacaktır. Doğu, eğer üzgün, mutsuz, keyifsiz, daima ağır yüklüysen, bunun bir hastalık olmadığının, bunun hastalığın yalnızca bir belirtisi olduğunun farkına varmıştır. Hastalık şudur ki; sen fazlasıyla beden merkezli olmalısın.

Yani soru, karanlığını dağıtmak ve seni mutlu etmek için ne yapmak gerektiği olmamalıdır, mesele bu değildir. Sorulması gereken soru; bedeninden bağımsız olman için sana nasıl yardım edilmesi gerektiğidir, nasıl yardım edilmelidir ki bedeninle iç içe geçmişliğin giderek azalsın. İnsanlar her gün bana gelirler ve derler ki: "Mutsuzuz, perişanız; her günün sabahı, yüzleşilecek yeni bir umutsuz gün gibi geliyor. Bir şekilde yataktan çıkabiliyoruz... Umutsuzca. Biliyoruz, fazlasıyla yaşadık hep aynı mutsuz günlerin tekrarını. Bize öyle bir şey verebilir misin ki bizi bu kederden çekip kurtarsın?" Doğrudan yapılacak hiçbir şey yoktur; yalnızca dolaylı yoldan bir şey yapılabilir. Bu bir belirtidir; neden değildir. Ve belirtiyi tedavi etsen de hastalık iyileşmeyecektir.

Neden, değiştirilmek zorundadır ve neden şudur: Bedenine kök saldığın sürece, aynı oranda mutsuz olacaksın. Bedenine köklenmediğin sürece, aynı oranda neşeli olacaksın. Bedeninden tamamen bağımsız olduğunda, havada uçuşan bir koku olacaksın. Saadete kavuşacaksın. İsa'nın bahsettiği kutsallığa, İsa'nın söz ettiği kutsanmışlığa; Buda'nın nirvana'sına. Mahavira bunun için tam olarak doğru kelimeyi bulmuştur; bunu "kaivalya", yalnızlık olarak adlandırmıştır. Tamamen bağımsız ve özgür oldun. Artık hiçbir şeye ihtiyaç yok; kendi kendine yetiyorsun. Amaç budur, ancak bu amaca yalnızca çok titiz hareket edersen ve belirtilerle meşgul olmazsan ulaşabilirsin. Asla belirtiyi tedavi etme ve belirtiyi tedavi etmeye çalışarak boşa vakit geçirme; her zaman nedene in.
OSHO

'' Kendine Saygının Büyüsü Kendi Farkındalığına Uyanmak'' Osho






“Yumuşak huylu, alçakgönüllü bir insan neden takdir edilir? Herkesin egosunu doyurduğu için takdir edilir. Sadece oyunun tamamını gör. Alçakgönüllü bir insanı neden takdir edersin? Sana karşı alçakgönüllü olduğu, senin egonu desteklediği için. Egon desteklendiği için, sen de karşılığında onun alçakgönüllülüğünü desteklersin. Şimdi bir kısırdöngü oluşur. Herkes onun alçakgönüllülüğünü sevdiği için giderek daha da alçakgönüllü olacak. Saygınlık kazanıyor ve herkes onun alçakgönüllülüğünü seviyor, çünkü onun alçakgönüllülüğü herkesi tatmin ediyor - bu, ego için derin bir doyumdur.
Evet, ne mutlu alçakgönüllü ve yumuşak huylu olanlara, çünkü onlarsız egoistler nasıl mutlu olacak? Bunu açıkça anlamanı istiyorum: Ego ve teslimiyet madalyonun iki yüzüdür. Ben egoyu öğretmiyorum, teslim olmanı da istemiyorum. Senden kendi varlığını aramanı ve araştırmanı istiyorum. Ben sana çok büyük bir özsaygıyla sahici, bütünleşmiş bir birey olmayı öğretiyorum.

Eğer kendine saygı gösterir, yeniden bakar ve varoluşunun derinliğine inersen, kendini kaybetmeye ve bir ego, yani sahte benlik edinmeye başladığın yeri bulacaksın.”

''Mutluluk'' Osho







Mutluluğun başarıyla hiç alakası yoktur, mutluluğun hırsla hiç alakası yoktur, mutluluğun parayla, güçle, prestijle hiç alakası yoktur.
Mutluluk nedir? O, sana; senin bilinçlilik durumuna ya da bilinçsizliğine, uykuda mı yoksa uyanık mı olduğuna bağlıdır. Murphy’nin meşhur bir özdeyişi vardır. Der ki, iki tip insan vardır: Biri sürekli insanlığı iki tipe ayırır ve diğeri de insanlığı hiç ayırmaz. Ben ilk tipe aidim: İnsanlık iki tipe ayrılabilir, uyuyanlar ve uyanmış olanlar. Ve elbette ikisinin arasındaki küçük bir grup.

Mutluluk, bilincinin neresinde olduğuna bağlıdır. Şayet uyuyorsan, o zaman zevk mutluluktur. Zevk duyu demektir, beden aracılığıyla elde edilemeyecek olanı bedenle elde etmeye çalışmaktır; bedeni onun yapamayacağı bir şeyi elde etmesi için zorlamaktır. İnsanlar her şekilde bedenleriyle mutluluğa ulaşmaya çalışıyor.

Beden sana sadece anlık zevkler verebilir ve her zevk aynı miktarda, aynı derecede acı ile dengelenir. Her zevk kendi zıddı tarafından takip edilir çünkü beden zıtlıkların dünyasında var olur. Tıpkı günün gece tarafından takip edilmesi ve hayatın ölüm tarafından takip edilmesi ve de ölümün hayat tarafından takip edilmesi gibi; bu bir kısırdöngü. Zevkin acı tarafından takip edilecek, acın zevk tarafından takip edilecek. Fakat sen asla huzur bulmayacaksın. Bir zevk hali içerisindeyken onu kaybedeceğin için korkacaksın ve bu korku seni zehirleyecek. Ve acının içinde kaybolmuşken elbette ıstırap çekiyor olacaksın ve onun dışına çıkmak için mümkün olan tüm gayretinle çabalayacaksın; sırf yeniden onun içine düşmek için.

Buda buna yaşam ve ölüm çarkı der. Bu çarkla birlikte, ona yapışarak döner dururuz ... ve tekerlek dönmeye devam eder. Bazen zevk yukarı gelir ve bazen de acı yukarı gelir ama biz bu iki kayanın arasında eziliriz.

Fakat uyuyan kişi başka bir şey bilmez. O sadece bedenin birkaç tane duyusunu bilir — yiyecek, seks — budur onun dünyası. Bu ikisi arasında gidip gelir o. Bedenindeki iki uç bunlardır; yemek ve seks. Şayet seksi bastırırsa yemeye bağımlı hale gelir; eğer yemeyi bastırırsa sekse bağımlı hale gelir. Enerji sürekli olarak bir sarkaç gibi hareket eder. Ve senin zevk olarak adlandırdığın her şey, en iyi ihtimalle gergin bir hali rahatlatmaktır.

Cinsel enerji toplanır, birikir; sen gerginleşir ve ağırlaşırsın ve bunu serbest bırakmak istersin. Uyuyan bir adam için seks, iyi bir hapşırık gibi bir rahatlamadan başka bir şey değildir. Ona belli bir rahatlamadan başka bir şey vermez; belli bir gerginlik vardı, artık yok. Fakat tekrar birikecek. Yemek sadece damağına biraz tat verir; uğruna yaşamak için pek de fazla bir şey değil. Fakat pek çok insan yalnızca yemek için yaşıyor; yaşamak için yiyen insan pek yok.

Kolomb’un hikâyesi meşhurdur. Çok uzun bir yolculuktu. Üç ay boyunca sudan başka bir şey görmediler. Derken, bir gün Kolomb ufka baktı ve ağaçları gördü. Ve şayet Kolomb’un ağaçları gördüğü için mutlu olduğunu düşünüyorsan, bir de köpeğini görmeliydin!

Zevkin dünyası budur. Köpek mazur görülebilir ama senin durumun affedilemez.

İlk kez çıktıklarında, iyi vakit geçirmenin yollarını arayan genç adam, genç bayana bowling oynamak isteyip istemediğini sordu. Kız bowlinge gitmenin hiç umurunda olmadığını söyledi. Bunun üzerine adam sinemaya gitmeyi önerdi ama kız istemediğini söyledi. Başka bir şey düşünürken, kızın reddedeceği bir sigara tuttu ona. Sonra da yeni açılan diskoya gidip dans etmek ve içmek isteyip istemediğini sordu. Bunları hiç umursamadığını söyleyerek reddetti kız tekrardan.

Umutsuzca, evine gidip gece boyunca sevişmeyi önerdi kıza. Şaşırtıcı bir biçimde, kız onunla aynı fikirde olduğunu mutlulukla söyledi adama. Tutkulu bir biçimde adamı öptü ve, “Görüyorsun ki iyi vakit geçirmek için şu diğer şeylerin hiçbirine ihtiyacın yok,” dedi.

Bizim “mutluluk” dediğimiz şey kişiye göre değişir. Uyuyan kişi için mutluluk zevk alınabilecek duyulardır. Uyuyan kişi bir zevkten diğerine yaşayıp durur. O, sadece bir duyudan diğerine koşturup duruyor. O, küçük heyecanlar için yaşıyor; onun yaşamı çok yüzeysel. Hiçbir derinliği yok, hiçbir niteliği yok. O, niceliğin dünyasında yaşıyor.

Sonra, arada olan insanlar vardır; ne uyanık, ne de uykuda olanlar; muallâkta kalmış olanlar, birazcık uykuda, birazcık uyanık olanlar. Bazen bu deneyimi sabahın erken saatlerinde yaşarsın; hâlâ uykulusun ama uyuduğun da söylenemez çünkü evdeki gürültüleri duyabiliyorsun: Eşin kahvaltı hazırlıyor, çaydanlığın sesini duyuyorsun veya çocuklar okula gitmeye hazırlanıyor. Bunları duyabiliyorsun ama hâlâ uyanık değilsin. Sanki seninle, etrafında olup biten bu şeyler arasında çok büyük bir mesafe varmışçasına, bulanık, belli belirsiz bir biçimde bu gürültüler sana ulaşıyor. O, adeta hâlâ bir rüyanın parçasıymış gibi hissedilir. O, rüyanın bir parçası değil ama sen ikisinin arasındaki bir haldesin.

Aynı şey meditasyon yapmaya başladığında da olur. Meditasyon yapmayan kişi uyur, rüya görür; meditasyon yapan ise uykudan uyanıklığa doğru hareket eder, bir dönüşüm halindedir. O zaman mutluluk tamamıyla bambaşka bir anlam taşır: O daha çok niteliğe, daha az niceliğe ilişkin bir şey olur; o daha çok psikolojik ve daha az fizyolojik bir şeydir. Meditasyon yapan müzikten daha çok keyif alır, şiirden daha çok keyif alır, bir şey yaratmaktan keyif alır. Bu insanlar doğadan, onun güzelliğinden keyif alır. Sessizliğin tadını çıkarır, daha önceden hiç zevk almamış oldukları şeyden zevk alır ve bu, çok daha fazla kalıcıdır. Müzik dursa bile içinde bir şeyler sürmeye devam eder.

Ve o, bir şeylerden kurtulmak değildir. Zevk ile mutluluğun bu niteliği arasındaki fark, onun bir kurtuluş olmamasıdır; o bir zenginleştirmedir. Daha çok dolu hale gelirsin, taşmaya başlarsın. İyi müzik dinlerken varlığında bir şeyler harekete geçer, içinden bir ahenk yükselir; müziksel hale geçersin. Ya da dans etmek; ansızın bedenini unutursun, bedenin ağırlıksız hale gelir. Yerçekiminin üzerindeki hükmü kaybolur. Ansızın bambaşka bir hale girersin: Ego katı değildir, dansçı dansın içinde erir ve ona karışır.

Bu, senin seksten ya da yiyecekten aldığın zevkten çok daha derinde, çok daha yüksektedir. Bunun bir derinliği vardır. Ancak, bu da nihai olan değildir. Nihai olan yalnızca sen tamamen uyanık olduğunda, bir Buda olduğunda, tüm uyku ve tüm rüya görmeler yitip gittiğinde; tüm varlığın ışıkla dolduğunda, içinde hiç karanlık kalmadığında gerçekleşir. Tüm karanlık ortadan kalkmış durumda ve bu karanlıkla beraber ego da gitmiş halde. Tüm gerginlikler, tüm ıstırap, tüm kaygı yok olmuş. Şimdinin içinde yaşıyorsun; artık geçmiş, gelecek yok. Tamamen şimdi, buradasın. Bu an her şeydir. Şimdi tek zamandır ve burası da tek mekândır. Ve o zaman tüm gökyüzü içine düşer. Saadet budur. Budur gerçek mutluluk.

Saadeti ara; o senin doğuştan sahip olduğun haktır. Zevklerin balta girmemiş ormanlarında kaybolma; birazcık yüksel. Mutluluğa ulaş ve sonra da saadete. Zevk hayvanidir, mutluluk insanidir, saadet ilahîdir. Zevk seni bağlar, o bir köleliktir, seni zincire vurur. Mutluluk sana biraz daha çok ip verir, birazcık daha özgürlük ama sadece birazcık. Saadet nihai özgürlüktür. Yukarı doğru hareket etmeye başlarsın; o seni kanatlandırır. Artık kaba saba yeryüzünün parçası değilsin; gökyüzünün bir parçasısın. Hafiflersin, coşku olursun.

Zevk başkalarına bağlıdır. Mutluluk o kadar başkalarına bağlı değildir ama hâlâ senden ayrıdır. Saadet bir şeye bağlı değildir; ne de ayrıdır: O senin varlığının ta kendisidir, o senin doğanın ta kendisidir.

OSHO





''Yakınlık'' Osho







Herkes yakınlıktan korkuyor. Bu karmaşık bir sorun, çünkü herkes yakınlık istiyor.. Herkes yakınlıktan korkuyor; bunun farkında mısın, değil misin, o ayrı bir konu. Yakınlığın anlamı kendini bir yabancının önünde açığa vurmaktır. Ve hepimiz yabancıyız; kimse kimseyi tanımıyor. Kendimize bile yabancıyız çünkü kim olduğumuzu bilmiyoruz. Yakınlık seni bir yabancıyla yanyana getirir. Bütün savunmaları bırakman gerekir ancak o zaman mümkündür yakınlık. Ve korkuyorsun; eğer savunmaları, maskeleri bırakırsan kim bilir o yabancı sana ne yapacak ? Bin türlü şey saklıyoruz; sadece başkalarından değil, kendimizden de. Çünkü her türlü baskı, çekingenlik ve tabuyla hasta düşmüş bir insanlık tarafından yetiştirildik. Korkuyorsun; o yabancıyla aranda biraz savunma, biraz mesafe tutmak sana kendini daha güvenli hissettiriyor. Ya senin zaaflarını, kırılganlığını, incinebilirliğini sana karşı kullanırsa ? O insanla otuz kırk yıl birlikte yaşamış olsan bile farketmiyor, yabancılık hiç kalkmıyor ortadan.

Herkes yakınlıktan korkuyor.

Bu karmaşık bir sorun, çünkü herkes yakınlık istiyor, aksi halde bu evrende yapayalnızsın; arkadaşsız, sevgilisiz, güvenip yaralarını açabileceğin hiç kimse olmadan. Yaralar da açılmazlarsa iyileşmezler. Gizlendikce daha tehlikeli olur, kansere dönüşürler.

Yakınlık bir temel ihtiyaç; herkes onun özlemini çekiyor. Bir taraftan karşındaki insanın sana yakın olmasını, savunmaları bırakmasını, kırılganlığını ve yaralarını göstermesini, maskelerini ve sahte kimliğini bırakıp çıplak kalmasını istiyorsun. Öbür taraftan da yakınlıktan korkuyorsun; yakın olmak istiyorsun ama kendi savunmalarını bırakmıyorsun. Dostlar, sevgililer arasındaki çelişkilerden biri bu : Kimse savunmayı bırakıp çıplak ve içten olmak istemiyor, ama herkes yakınlık istiyor.

Eğer baskıları ve yasaklamaları bırakmazsan – ki bunların hepsi sana dinlerin, kültürün, toplumun, anne-babanın, eğitimin armağanı – kimseyle yakın olamazsın. Ve adımı senin atman gerekiyor.

Eğer hiç baskı ve yasağın yoksa yaran da yok demektir. Eğer basit ve doğal bir hayat yaşandıysa yakınlık korkusu da olmaz. Sadece iki alevin birleşmesinden doğan harika bir neşe duygusu vardır. Bu birleşme insana büyük bir mutluluk ve doyum verir. Ama işte bu yakınlığa ulaşabilmek için önce kendi evini baştan aşağı temizlemen gerekiyor.

Ancak meditasyonla yaşayan bir insan yakınlığın olmasına izin verebilir. Saklayacak bir şeyi yoktur. Başkasının öğrenmesinden korkabileceği her şeyi kendiliğinden bırakmıştır. Sadece sessizlik ve seven bir kalp vardır onda.

Kendini herşeyinle kabul etmelisin. Kendini herşeyinle kabul etmezsen başkasının seni kabul etmesini nasıl beklersin ? Herkes seni suçladı bugüne kadar ve sen de kendini suçlamaktan başka bir şey öğrenmedin. Bunu gizlemeye devam ediyorsun; başkalarına gösterilmesi hoş olmaz bunun. Biliyorsun, içinde çirkin şeyler gizli, kötü şeyler gizli, hayvanlık gizli. Eğer bakışını değiştirmez ve kendini varoluşun içinde bir hayvan olarak kabul etmezsen…

İngilizcedeki karşılığı “animal” olan bu hayvan kelimesi kötü bir şey değil; “anima” kökünden geliyor. Tek anlamı var: Canlı olmak. Canlı olan herhangi bir kimse hayvandır. Ama insana hep şöyle dendi : “ Sen hayvan değilsin; hayvanlar senden çok daha aşağıda. Sen insansın.” Sahte bir üstünlük duygusu aşılandı sana. İşin gerçeği, varoluşta üstünlük ya da aşağılık yoktur. Varoluş için her şey eşittir; ağaçlar, kuşlar, hayvanlar , insanlar. Varoluşta her şey olduğu gibi kabul edilir, aşağılama yoktur.

Eğer kendi cinselliğini koşulsuz kabul edersen, insanın ve dünyadaki her varlığın kırılganlığını da kabul edersin. Hayat her an kopabilecek bir pamuk ipliğidir… Bunu kabul ettiğin anda bütün sahte egoları bırakırsın; Büyük İskender olmayı, Muhammed Ali olmayı; anlarsın ki, herkes kendi sıradanlığında güzel, herkesin zaafları var; bu da insan doğasının bir parçası, çünkü insan çelikten yapılmış değil. Çok kırılgan bir vücudun var. Haytını sadece oniki derecelik bir ısıaralığında sürdürebilirsin. Onun latına ya da üstüne çıktığın anda öldün demektir. Ve vücudun bunun gibi bin bir tane sınırla kuşatılmış durumda. En temel ihtiyaçlarından biri, sana ihtiyaç duyulması. Ama kimse şunu kabul etmek istemiyor: “ İhtiyaç duyulmak, sevilmek, kabul edilmek benim temel ihtiyacım.”

Böyle oyunlarla, ikiyüzlülüklerle yaşıyoruz; bu yüzden yakınlık korkuya yol açıyor. Göründüğün şey değilsin. Görüntün sahte. Bir aziz gibi görünebilirsin ama içinde bütün arzuları ve özlemleriyle bir insan var.

İlk adım kendini herşeyinle kabul etmek. Bütün insanlığı delirten o geleneklere rağmen. Kendini her şeyinle kabul ettiğin anda yakınlık korkusu da kaybolacak. O zaman saygınlığını, büyüklüğünü, egonu, dindarlığını, azizliğini kaybetmen mümkün değil; hepsini kendiliğinden bıraktın çünkü. küçük bir çocuk gibisin, tamamen masum. Kendini açabilirsin, çünkü içinde sapkınlığa dönüşmüş çirkin baskılar yok. Hissettiğin her şeyi gerçek ve içten olarak ifade edebilirsin. Ve eğer sen yakın olmaya hazırsan, karşındakinin yakın olmasına da yol açabilirsin. Senin açıklığın onun açık olmasını kolaylaştırır. Senin içtenliğin, onun içtenliğine, masumluğuna, güvenine, sevgisine, açıklığına izin verir.

Saçma fikirlerle kafeslenmiş durumdasın ve eğer birine yakınlaşırsan onun tüm bu saçmalıkları fark etmesinden korkuyorsun. Ama biz kırılgan varlıklarız; tüm varoluşun en kırılgan varlıkları. İnsan yavrusu tüm hayvan yavruları içinde en kırılgan olanıdır. Diğer hayvan yavruları anne-babasız, ailesiz de hayatta kalabilir. Ama insan yavrusu anında ölür. Ve bu kırılganlık bir suçluluk sebebi değildir; bilincin en yüksek ifadesidir. Gül kırılgandır; taş olmadığı için. Taş yerine gül olduğu için insanın kendini kötü hissetmesine gerek yok.

İki insan yakın olduklarında, artık yabancı olarak kalmazlar. Diğerinin -belki herkesin- de senin gibi zayıflıklarla dolu olduğunu görmek güzel bir deneyimdir. Herhangi bir şeyin ifadesi ne kadar yüksekse, o kadar kırılgandır. kökler çok güçlüdür ama çiçek o kadar güçlü olamaz. Bütün güzelliği de o kadar güçlü olmamasındadır. Sabah yapraklarını güneşe açar, bütün gün rüzgarla, yağmurla, güneşle dans eder, akşam olunca da yapraklarını dökmeye başlar. O artık yoktur.

Güzel ve değerli olan her şey çok anlıktır. ama sen her şeyin kalıcı olmasını istiyorsun. Birini seviyorsun ve söz veriyorsun: “Seni hayatım boyunca seveceğim.” Aslında çok iyi biliyorsun ki, yarından emin olamazsın; sahte bir söz veriyorsun. Bütün söyleyebileceğin şu : “ Şu anda sana aşığım ve sana her şeyimi veriyorum. Bir sonraki an hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Nasıl söz verebilirim? Beni affet.”

Ama sevgililer her türden yerine getirilemez şeye dair birbirine söz verir. Sonra hayal kırıklığı çöker, mesafe büyür; arkasından kavga, çekişme, savaş ve daha mutlu olması beklenen hayat, bitmez tükenmez bir sefalet haline gelir.

Yakınlıktan korktuğunu fark edersen, büyük bir aydınlanma olabilir bu. Eğer içine bakar ve bütün o utançları bırakıp, doğanı -olması gerektiği gibi değil- olduğu gibi kabul edersen, bir devrim olabilir. Ben hiçbir “ gereklilik” öğretmiyorum. Bütün gereklilikler insan zihnini hasta ediyor. insanlar “olmak” halinin güzelliğini, doğanın muhteşem büyüsünü keşfetmeli. Ağaçlar “On emir” hakkında hiçbir şey bilmiyor, kuşlar kutsal kitaplardan haberdar değil. Sadece insan kendine böyle sorunlar yarattı. Kendi doğanı suçlayarak bölünüyorsun, şizofren oluyorsun.

…..

Yakınlık kalbin kapılarının sana açık olmasıdır; içeri girip konuk olabilirsin. Ama bunu ancak, bastırılmış cinselliğin çürütmediği bir kalple yapabilirsin. İçinde sapkınlıklar kaynamayan, doğal bir kalple. Ağaçlar o kadar doğal, çocuklar kadar masum. O zaman yakınlık korkusu olmaz.

Benim yapmaya çalıştığım bu: Bilinçaltındaki, zihindeki yükleri atmana, sıradan olmana yardım etmek. O zaman istediğin kadar yakın dostun, yakın ilişkin olabilir çünkü hiçbir korkun olmaz. Herkesin okuyabileceği açık bir kitap olursun. Saklanacak bir şey olmaz.

…..

Bir sürü farklı yüzün var. İçinden birşey düşünüyorsun, dışından başka şey söylüyorsun. Organik bir bütün değilsin.

…..

Yakınlıkla, sevgiyle, kendini insanlara açarak zenginleşirsin. Ve eğer derin bir sevgiyle, derin dostlukla, derin yakınlıkla, bir sürü insanla birlikte yaşayabilirse, doğru yaşadın demektir. Ve bundan sonra nerde olursan ol, sanatı öğrendin artık, orda da mutlu yaşayacaksın demektir.

Eğer basit, sevecen, açık, samimiysen, etrafında bir cennet oluşur. Eğer kapalıysan, sürekli savunma halindeysen, birini zihnini okuyup rüyalarını, sapkınlıklarını öğreneceğinden korkuyorsa, cehennemde yaşıyorsun demektir. Cehennem senin içinde; cennet de öyle. Onlar bir takım coğrafi bölgeler değil, senin ruhsal alanların.

Kendini temizle. Meditasyon, zihinde biriken saçmalığı temizlemekten başka bir şey değildir. Zihin sessizleştiğinde ve kalp şarkı söylemeye başladığında -hiçbir korku olmadan ve muhteşem bir coşkuyla – yakınlığa da hazır olacaksın. Yakınlık olmadığı zaman, burada, yabancıların arasında yapayalnızsın. Yakınlık olduğunda dostların ve seni sevenlerle çevrilisin. Yakınlık harika bir deneyim. İnsan onu kaçırmamalı.

* OSHO

''İnandıklarım'' Louise Hay







"Bilgeliğin ve bilginin kapıları daima açıktır."
Yaşam Gerçekten Çok Basit.
Ne Ekersek, Onu Biçiyoruz
Kendi hakkımızda düşündüklerimiz, kendi gerçeklerimiz oluyor. Ben dahil, herkesin yaşamının en iyi ve en kötü yanlarından yüzde yüz sorumlu olduğuna inanıyorum. Aklımızda oluşturduğumuz her düşünce geleceğimizi yaratıyor. Her birimiz düşünce ve duygularımızla, kendi yaşam deneyimlerimizin yaratıcısıyız. Düşüncelerimiz ve sözcüklerimizle deneyimlerimizi yaratmaktayız.
İçinde bulunduğumuz olayları yaratıyor, sonra da bunlardan duyduğumuz sıkıntı, üzüntü ve düşkırıklığı için bir başkasını suçluyoruz; böyle yapmakla gücümüzü de başkasına kaptırmış oluyoruz.
Hiçbir kişi, hiçbir şey, hiçbir koşul bizim üzerimizde bir güce sahip değil, çünkü aklımızla düşünce oluşturan yalnızca "biziz. Deneyimlerimizi, gerçekliğimizi ve bunda yer alan tüm kişileri yaratan biziz.
Düşüncelerimizde barış, uyum, denge yarattığımızda bunları kendi yaşamımızda da bulacağız.
Bu cümlelerden hangisi size doğru geliyor?
"İnsanlar hep beni kullanıyor, zarar veriyor."
"İnsanlar hep yardımcı olmaya çalışıyor."
Bu iki düşünce ve inanç yaşamımızda çok farklı deneyimler yaratacaktır.
Kendimiz ve hayat hakkındaki inançlarımız, bizim gerçeğimizi oluşturur.
Evren, Seçtiğimiz Her Düşünce ve İnançta
Bizi Tümüyle Destekler
Bunu bir başka şekilde söylemek gerekirse bilinçaltımız inanmayı seçtiğimiz her şeyi kabul eder. Yani kendim ve hayat hakkındaki inançlarım ve düşündüklerim, yaşamımın gerçeği olur. Ve düşünebileceğimiz şeyler konusunda sınırsız seçimimiz var.
Bunu bildiğimizde, "İnsanlar hep beni kullanıyor" yerine "İnsanlar hep yardımcı olmaya çalışıyor"u seçmek daha mantıklı değil mi?
Evrensel Güç Bizi Asla Yargılamaz ve
Eleştirmez
Evrensel Güç, bizi kendi değerlerimize göre kabul eder. Ve inançlarımızı ayna gibi yaşamımıza yansıtır. Eğer "Hayat yalnızlıktır ve kimsenin beni seveceğine inanmıyorum"u seçiyorsam, hayatımda da bunu bulacağım.
Ama, bu inancı kafamdan atmak ister de, "Sevgi her yerde. Ben seven ve sevilen bir kişiyim" gibi olumlu bir düşünceyi benimser ve bunu kendime sürekli tekrarlarsam, bu da benim yeni gerçeğim olacaktır. Yani hayatıma sevecen insanlar girmeye başlayacak, yaşamımda zaten varolan insanlar bana karşı daha sevecen olmaya başlayacak ve kendimin de sevgimi kolaylıkla başkalarına ifade edebildiğimi göreceğim.
Çoğumuzun Kim Olduğumuz Konusunda Saçma Düşünceleri ve Hayatın Nasıl Yaşanması Gerektiği Konusunda Çok, Çok Katı Kuralları Var
Bunu kendimizi suçlamak için söylemiyorum. Çünkü şu anda yapabildiğimizin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Eğer daha iyisini bilseydik, daha çok şeylerin farkında ve anlayışında olsaydık, başka türlü davranırdık. Lütfen, sakın sakın, şu anda bulunduğunuz nokta konusunda kendinizi küçümsemeyin. Bu kitabı okuyor olmanız bile hayatınızda olumlu değişimler yapmaya hazır olduğunuzu gösteriyor. Bunun için takdir edin kendinizi.
"Erkekler ağlamaz!",
"Kadınlar para işlerinden anlamaz!"
Yaşamınız için ne kadar sınırlı düşünceler bunlar.
Çok Küçük Yaşlardayken, Kendimiz ve Yaşam Hakkında Neler Hissedeceğimizi Çevremizdeki Yetişkinlerin Tepkilerinden Öğreniriz
Kendimiz ve yaşamımız hakkında ne düşünmemiz gerektiğini böyle öğreniyoruz. Eğer mutsuz, korku, suçluluk ya da öfke dolu insanların içinde yetişmişseniz, kendiniz ve hayat hakkındaki görüşleriniz de olumsuz düşüncelerle dolu olacaktır.
"Hiçbir şeyi doğru yapamıyorum."
"Bu, benim hatam."
"Eğer bir şeye kızarsam, ben kötü bir insanım."
Bu tür inançlar, düşkırıklığı dolu bir hayat yaratır.
Büyüdüğümüzde, Çocukluğumuzdaki Yaşamımızın Duygusal Ortamını Yeniden Yaratma Eğilimi Gösteririz
Bu, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış değil, sadece içimizde "yuva" olarak bildiğimiz şeydir. Bunun yanı sıra kişisel ilişkilerimizde, annemiz veya babamızla kurmuş olduğumuz ilişkileri ya da onların kendi aralarındaki ilişkileri yeniden yaratma eğilimi gösteririz. Tıpkı annenize veya babanıza benzeyen sevgililerinizi ya da patronlarınızı düşünün.
Anne babamızın bize gösterdiği davranışları kendimize de gösteriyoruz. Kendimizi aynı şekilde suçluyor ve cezalandırıyoruz. Kendi söylediklerimizi dinlediğimizde, hemen hemen aynı kelimeleri kullandığımızı görebiliriz.
Kendimizi sevmeyi ve desteklemeyi de aynı şekilde yapıyoruz, tabii eğer çocukluğumuzda sevilmiş ve desteklenmişsek.
" Hiçbir şeyi doğru düzgün yapamıyorsun." "Hep senin hatan."
Bunları ne kadar sıklıkla kendinize söylüyorsunuz?
"Harikasın." "Seni Seviyorum."
Ya bunları ne kadar sık söylüyorsunuz?
Ama Tüm Bunlar için, Anne Babalarımızı Suçlamayalım
Hepimiz kurbanların kurbanlarıyız. Onlar kendilerinin bilmediği şeyi bize nasıl öğretebilirlerdi ki? Anneniz kendini sevmeyi bilmiyorsa, babanız kendini sevmeyi bilmiyorsa, onların size kendinizi sevmeyi öğretmesi de imkânsız olacaktır. Onlar da çocukluklarında kendilerine öğretilen şeylere dayanarak, yapabileceklerinin en iyisini yapmaya çalışıyorlardı. Eğer anne ve babanızı anlamak istiyorsanız, onları kendi çocukluklarıyla ilgili konuşturmaya çalışın. Eğer anlayışla dinleyebiliyorsanız, onların korkularının ve katı kurallarının nereden geldiğini anlama olanağını bulacaksınız. Size bütün bu "kötülükleri" yapan anne babanızın da sizin kadar korku dolu olduklarını göreceksiniz.
Anne Babamızı Bizim Seçtiğimize İnanıyorum
Her birimiz bu gezegende zaman ve mekândaki belirli bir noktada yeniden bedenlenmeye karar veriyoruz. Manevi evrim yolunda gelişmemize yardımcı olacak belirli bir dersi öğrenmek için buraya gelmeyi seçtik. Cinsiyetimizi, rengimizi, ırkımızı, ülkemizi kendimiz seçiyoruz ve bu yaşamda üstünde çalışmak istediğimiz kalıpları bize yansıtabilecek en uygun anne babayı da biz belirliyoruz.
Ama büyüdüğümüzde, işaret parmağımızı onlara yönelterek suçluyoruz:
"Benim böyle olmamın nedeni sizsiniz."
Aslında onları seçen biziz, çünkü aşmamız gereken engeller için onlar mükemmel bir seçimdi.
İnanç sistemlerimizi çok küçük yaşlarda ediniyoruz ve yaşamımızı bu inanç sistemlerine uygun deneyimleri yaratarak sürdürüyoruz. Hayatınıza şöyle bir dönüp bakın. Ne kadar sık aynı deneyimi yaşadığınıza dikkat edin. Bu deneyimleri tekrar ve tekrar yarattınız, çünkü bunlar size, kendiniz hakkında inandığınız şeylere aynalık ediyordu. Aynı sorunla ne kadar uzun süre yaşadığımız, sorunun ne kadar önemli olduğu ya da yaşamımıza yönelik ne kadar tehlike taşıdığı hiç önemli değil.
Güç Noktası Daima Şimdiki Ândadır
Hayatınızın bu anına kadar yaşadığınız tüm deneyimler, geçmişinize dayanan düşünce ve inançlarınızın ürünü. Her deneyim, dün, geçen hafta, geçen ay, geçen yıl, 10, 20, 30, 40 ya da daha fazla yıllar önce (yaşınıza göre) oluşturduğunuz düşünceler ve kullandığınız sözcüklerle yaratıldı.
Ama, bunlarda geçmişte kaldı. Yaşandı ve bitti. Şimdi, önemli olan, bu andan itibaren neyi düşünmeyi, neye inanmayı ve neyi söylemeyi seçtiğiniz.
Çünkü bu düşünceler ve sözcükler, geleceğinizi yaratacak. Güç noktanız, şimdiki anda ve yarınınıza, gelecek haftanıza, gelecek ayınıza, gelecek yılınıza vb. şekil veriyor.
Şu anda ne düşündüğünüze dikkat edin. Olumlu mu, olumsuz mu?
Bu düşüncenizin yarınınızı biçimlendirmesini istiyor musunuz?
Dikkat edin ve farkında olun.
Her Şeyin Malzemesi Düşüncedir ve Düşüncelerimizi Değiştirebiliriz
Sorunumuz ne olursa olsun, yaşadıklarımız, iç dünyamızın dışarıya yansıyan sonuçlarıdır. Kendinden nefret etmek bile, kendiniz hakkındaki nefret dolu düşüncelerin ürünü. "Ben kötü bir insanım" diyen bir düşünceniz var. Bu düşünce bir duygu yaratıyor ve siz bu duyguya kendinizi kaptırıyorsunuz. Oysa böyle bir düşünceniz olmasaydı, böyle bir duygunuz da olmayacaktı. Düşünceler ise değiştirilebilir. Düşüncenizi değiştirin, duygularınız da ortadan kaybolacaktır.
Bunları size, inançlarımızın nereden geldiğini göstermek için anlattım. Bu bilgileri lütfen, acımızın içine gömülmek için mazeret olarak kullanmayalım. Geçmişin üzerimizde gücü yok. Olumsuz bir düşünce kalıbını ne kadar uzun sürdürmüş olmamızın önemi yok. Güç noktası şimdiki anda. Farkına varmak için ne harikulade bir şey. Şu andan itibaren özgür olmayı seçebiliriz!
İster İnanın İster İnanmayın Düşüncelerimizi Biz Seçiyoruz
Aynı düşünceleri bir alışkanlık olarak o kadar tekrar tekrar düşünüyor olabiliriz ki, bu bize düşüncelerimizi kendimiz seçmiyoruz izlenimini verebilir. Ama ilk seçimi biz yaptık. Bazı düşünceleri düşünmeyi reddedebiliriz. Ne kadar sıklıkla kendiniz hakkında olumlu bir şey düşünmeyi kabul etmediniz? Pekâlâ, aynı şekilde kendinizle ilgili olumsuz düşünceleri de reddedebilirsiniz.
Bu gezegende tanıdığım ya da üzerinde çalıştığım herkes, az ya da çok kendinden nefret ve suçluluk duygularıyla boğuşuyor. Bu iki olumsuz duygu ne kadar fazlaysa, hayatımız da o kadar mutsuz oluyor. Bu iki duygu azaldıkça da yaşamımız her boyutuyla daha iyiye doğru gidiyor.
Hemen Herkesin Çekirdek İnancı: "Yeterince İyi Değilim"
"Yeterince iyi değilim" inancının yanı sıra "Yeterince çaba göstermiyorum" ya da "Layık değilim" inançları da var. Bunları söyleyenlerden misiniz? Yeterli olmadığınızı düşünüyor ya da hissediyor musunuz? Ama kime göre? Kimin standardlarına göre?
Eğer bu inancınız güçlüyse, o zaman nasıl sevgi dolu, mutlu, başarılı, sağlıklı bir hayat yaratabilirsiniz?
Bu güçlü bilinçaltı inancınız, yaşamınıza sürekli çelişkiler getirecek, bir yerlerde aksamalar olacak, bir şeyler sürekli yanlış gidecektir.
Kırgınlık, Yargılama, Suçluluk ve Korku Her Şeyden Çok Sorun Yaratır
Bu dört duygu hem bedenimiz, hem de yaşamımızdaki temel sorunların kaynağı oluyor. Bu duygular, yaşam deneyimlerimizin sorumluluğunu almak yerine, başkalarını suçlamaktan kaynaklanıyor. Evet, yaşamımızdaki her şeyden yüzde yüz sorumlu olursak, suçlayacak kimse kalmayacak değil mi? "Dışarıda" olan her şey, iç düşüncemizin aynası. Diğer insanların kötü davranışlarına göz yummuyorum, ama bize böyle davranacak olan kişileri bize çeken şey, KENDİ inançlarımız.
Eğer kendinize şunları söylüyorsanız: "Herkes bana şöyle şöyle davranıyor, beni yargılıyor, asla benim için bir şey yapmıyor, beni paspas gibi kullanıyor, sömürüyor..." o zaman bu sizin DÜŞÜNCE KALIBINIZ.
İçinizdeki bazı düşünceler, bu tür davranışları gösteren kişileri yaşamınıza çekiyor. Bu tür düşüncenizi değiştirdiğiniz zaman, o tür kişiler de başka kapıya gideceklerdir. Artık o insanları hayatınıza çekmeyeceksiniz.
Bu dört olumsuz duygu, fiziksel boyutta da ortaya çıkıyor. Kırgınlık (gücenme, darılma, öfke) uzun zaman içte tutulduğunda bedeni yemeye başlıyor ve kanser dediğimiz hastalığa neden oluyor. Sürekli kendimizi ya da başkalarını eleştirmek, yargılamak romatizmanın kaynağı. Suçluluk duygusu daima ceza arar ve bu ceza da ağrılar yaratır. (Bir hasta bana ağrılarından şikâyet ederek geldiğinde biliyorum ki suçluluk duygusuyla dolu.) Korku ve gerginlik, kellik, ülser, hatta ayak ağrılarına neden oluyor.
Kırgınlık (gücenme, darılma) duygusundan bağışlama yoluyla kurtulmak kanseri bile yeniyor. Bu size basit gibi gelebilir ama işe yaradığına tanık oldum, bunu yaşadım.
Geçmişe Karşı Tutumumuzu Değiştirebiliriz
Geçmiş yaşanmış ve bitmiş. Bunu değiştirenleyiz. Ama geçmiş hakkındaki düşüncelerimizi değiştirebiliriz.
Bizi geçmişte biri incitti diye, şimdiki anda KENDİMİZİ CEZALANDIRMAK ne saçma.
Çok derin kırgınlıkları olan insanlara hep şunu söylerim: "Lütfen, bu kırgınlıkları daha da derinleşmeden çözmeye başlayın. Bir cerrahın bıçağı altında ya da ölüm yatağında olduğunuz ana kadar beklemeyin, o zaman bir de yaşadığınız panikle başa çıkmak zorunda kalacaksınız."
Panik içinde olduğumuz anlarda, düşüncelerimizi kendimizi iyileştirme konusuna yoğunlaştırmamız çok zordur. Önce korkularımızı yenmek için zaman harcamak zorundayız.
Eğer her şeyin umutsuz, bizim de kurban olduğumuz inancını seçersek. Evren bu inancımıza da "Evet" der.
Bu saçma, geri, olumsuz düşünce ve inançları (bizi destekleyip geliştiren inançlar değil bunlar) bırakmamız hayati önem taşıyor. Hatta Tanrı kavramı bile bizim için olmalı, bize karşı değil.
Geçmişi Bırakmak için, Affetmeye Hazır Olmalıyız
Geçmişi bırakmak, kendimiz dahil herkesi affetmeyi seçmek zorundayız. Nasıl affedeceğimizi bilmeyebiliriz, affetmek istemeyebiliriz; ama affetmeye istekliyim demek bile, iyileşme sürecini başlatır. Kendi iyiliğimiz için geçmişi bırakmak ve herkesi affetmek mutlaka gerekli.
"İstediğim gibi biri olmadığın için seni affediyorum. Seni affediyor ve özgür bırakıyorum."
Bu olumlu düşünce bizi özgür kılar.
Tüm Hastalıklar Affetmeme Durumundan Kaynaklanır
Hastalandığımız zaman, yüreğimizi gözden geçirelim. Acaba kimi affetmeye ihtiyacımız var?
"Tüm hastalıklar affetmeme durumundan kaynaklanır. Ne zaman hasta oluyorsak, affetmemiz gereken kişinin kim olduğunu düşünmeliyiz."
Bu düşünceye şunu da eklemek istiyorum: Affetmekte en çok zorlandığınız kişi, BIRAKMAYA EN ÇOK GEREKSİNİM DUYDUĞUMUZ KİŞİDİR. Affetmek bırakmak, vazgeçmek demek. Göz yummak demek değil. Tümüyle bırakmak demek. NASIL affedeceğimizi bilmek zorunda değiliz. Yapacağımız tek şey affetmeye İSTEKLİ OLMAK. Evren nasılların üstesinden gelir.
Kendi acımızı çok iyi anlayabiliyoruz. Çoğumuzun anlamakta güçlük çektiği şey, en çok affetmeye gereksinme duyduğumuz ONLARIN da acı çekmiş olmaları.
Şunu anlamalıyız ki, onlar da o an içindeki anlayış, farkındalık ve bilgi kapasitelerine göre yapabildiklerinin en iyisini yapıyorlardı.
İnsanlar, bana geldiklerinde, sorunları ne olursa olsun -hastalık, parasızlık, doyumsuz ilişkiler ya da tıkanmış yaratıcılık duyguları- yalnızca tek şey üzerinde çalışırım. KENDİNİ SEVMEK.
Kendimizi OLDUĞUMUZ GİBİ ONAYLADIĞIMIZ, sevdiğimiz ve kabul ettiğimiz zaman, her şey yoluna giriyor. Küçük mucizeler her yerde görülüyor.
Sağlığımız düzeliyor, daha çok kazanıyoruz, ilişkilerimiz daha doyumlu hale geliyor, kendimizi çok yaratıcı ve doyurucu biçimlerde ifade etmeye başlıyoruz. Tüm bunlar çabalamadan, kendiliğinden oluyor.
Louise Hay

2 Ekim 2015 Cuma

Hayatınızı Kendi Dilinizle (!) Karartmayın







“‪İnsan‬, dilinde gizlidir.”Herkes dünyaya iki dille doğarmış. Biri ağzımızdaki dil ve onun konuşmaları, diğeri ise zihnimizdeki dil ve onun sessiz sesle yaptığı gevezeliklerdir. ‪Zihmizde‬ olan ve nerdeyse her daim konuşmak ve birşeyler söylemek için bekleyen bu sese, “içses” demiş uzmanlar. İçsesimiz aslında bizimle sürekli konuşan zihnimizdir. Aslında herkes kendi başarısını ya da başarısızlığını belirleyen böylesi bir içsese sahiptir. Bu ses duyup duyabileceğiniz tüm seslerin en önemlisidir aslında. Bu ses önceden denemediğimiz bir şeyi deneme yolunda bize cesaret veren, teşvik edici pozitif bir ses olabildiği gibi, bizi yeni girişimlerden alıkoyan, daha geriye çeken negatif bir ses de olabilir. Bu nedenledir ki, iç sesimizle gireceğimiz her bir diyalog, ‪özgüven‬ ve cesaret düzeyimizi belirleme gücüne sahiptir.

Bu gelişen iç diyaloglar neticesinde kişide kendine ve cevresine karşı bazı‪ yargılar‬ oluşmaya başlar. Oluşan bu yargılarsa bugünümüzü ve yarınımızı nasıl yaşayacağımızı ve yaşanılanlara nasıl bir bakış açısı ile yaklaşabileceğimizi belirler. İçses zamanla kendini, “dış ses” olarak yansıtmaya başlar. İşte bu yüzdendir ki bazen kendi ağzımızdan çıkan kelimelerimizle, yaşayacağımız mutlulukları engelleyebiliyoruz. Bu nedenledir ki bu kısır döngüyü kırmak ve hayatınızın yönetimini yeniden kendi elinize alabilmek için yapmanız gereken bazı önemli şeyler vardır:

1- Herşeyden once artık biraz daha farkında bir yaşam sürmeye çalışın. Gün içinde rutine bağlanmış ve otomatikleşmiş hayat akışınızdan fırsat buldukça çıkmaya çalışın. Bunun için kendinize ufak ‘‪uyanma‬ ’ anları oluşturun. Güne başlarken, kendinize gün boyunca farkında olmanız için molalar oluşturacağınıza dair telkinde bulunun. Evet, belki bu telkini çok kısa bir sürede unutacak ve kendinizi gene günün keşmekeşine kaptırarak yaşamaya devam edeceksiniz. Ama gün içinde, mutlaka bir an için de olsa aklınıza gelecektir sabahki telkininiz.

İşte o farkındalık duygusu geldiğinde aklınıza, kısa bir süreliğine öyle kalın ve kendinizi inceleyin. Ne iş yapıyorsanız, bir an için bırakın ve hemen etrafınıza bakının: “Ben nerdeyim ve burda ne işim var ?” der gibi olsun bu bakınmanız. Bırakın etraftakiler ne düşünürse düşünsünler. Sonra vücudunuzun verdiği sinyalleri kontrol edin. Duruşunuza bakın. Sonra yakın çevrenize bakın. Ortamdaki sesleri duyun. Yeni şeyler ‪görmeye‬, yeni şeyler ‪duymaya‬, yeni şeyler ‪hissetmeye‬ çalışın. Siz bu kısacık andaki “uyanışınız” sayesinde beyninizin ve vücudunuzun rutin biçimde ve otomatik olarak devam eden işleyişine, bir an içinde olsa müdahele etmiş olacaksınız. Böylece zamanın içinde farkında olmadan akıp giden hayatınızın kısa bir anını bile olsa dolu dolu ve kendinizin farkındalığında yaşamış olacaksınız. Bu uyanış süreleriniz arttıkça, kendinize olan hakimiyet zamanlarınız da aynı ölçüde genişleyecektir.

2- Bu uyanış zamanlarınızın dışında içinde bulunduğunuz duygu ve düşünce aşamalarının da farkında olmaya çalışın. Bu farkındalık anlarında özellikle kendi kendinize ve çevrenize karşı yaptığınız konuşmaları ve özellikle de kullandığınız sözleri daha bir düşünürek kullanmaya çalışın.

3- Mesela gün boyunca yapacağınız konuşmalarınızda asla “Asla” ve “imkansız” demeyin. (Bu da benim son deyişim olsun. ) Unutmayın ki dün için imkansız denen o kadar çok şey bugün olabilir hale geldi ki saymakla bitmez. … Kendinizi ve düşünce ufkunuzu bu tip sözlerinizle sınırlamayın.

4- Ayrıca ”ama” ve ”fakat” da dememeye çalışın. Bu zararlı (!) kelimeler yerine olabildiğince ‘ve’ demeye çalışın. Zira Ne zaman ama yada fakat deseniz, karşınızdaki kişide otomatik olarak itiraz etme iç güdüsünü harekete geçirmiş oluyorsunuz. Oysa ‘ve’ kelimesi herkes için ortak bir müşterek ortamı oluşturur. İletişimlerinizde daha ‪uyumlu‬ ve sıcak bir atmosfer oluşturmanıza vesile olur. Karşınızdakinin söylediği birşeye itiraz edecek bile olasanız söze ‘ama’ ile değil ‘ve’ ile başlayın ve siz de aradaki farkı bizzat farkedin.

5- Seçenekler sunulduğunda ”farketmez” demeyin. Gerçekten yapacağınız seçimlerin bu kadar etkisiz olacağına inanıyor musunuz? Hayır. Demekki böyle dediğinizde kendinize iyi bir yalan söylemiş de oluyorsunuz. Zira hayatta yapacağınız en küçük seçimlerde bile hiç tahmin edemeyeceğiniz derecede farkı sonuçlar doğabilir. Her şey fark oluşturabilir. Seçme ve karar verme hakkınızı sonuna kadar kullanınız.

6- “Off” ya da “üfff” demeyin. Özellikle de bir iş üzerindeyseniz. Sadece iç motivasyonunuzu bozmaktan başka hiç bir faydası (!) olmayacaktır bu dediklerinizin.

7- Başkasının yerine düşünüp onlar yerine karar vermeyin ! Onların yapacaklarını tahmin etmeye çalışarak kendinizi onlar yerine koymayın. Herkes kendi şahsına münhasır bir hayat sürdürmektedir. Bu şekilde onlardan gelecek tepkilere karşı bir beklenti içinde olup boş yere hayal kırıklılığına uğramamış olursunuz.

8- Hayatı kendi gözlerinizle görün, kendi aklınızla değerlendirin. “Demesinler” yada “desinler” diye ne yapmak istemediğiniz bir şeyi yapın ne de yapmak istediğiniz birşeyden vazgeçin. Kendiniz olun.

9- Gerçekçi olun ama yine de “yapacağım, başaracağım” gibi yapıcı ve‪ olumlu‬ düşüncelerle yaklaşın konulara. Bu şekilde bir yandan olası sonuçlara karşı kendinizi hazırlarken bir yandan da moralinizi yüksek tutmuş olursunuz.

10- Sürekli olarak geçmişi düşünüp geçmişi yargılamayın, bir şey kazanamazsınız. Sadece tecrübe olarak faydalanın ve mutsuzsanız tekrar etmeyin ! Böyle yaptığınızı nerden mi biliyorum? Çünkü hepimiz insanız ve çünkü çok özel bir bilgiye sahibim: Öğrendiğime gore, bir insanın aklından günde 60 bin civarında düşünce geçermiş. Şimdi dikkat: Bunun 50 bini geçmişe aitmiş. Geriye kalan 10 bini ise geleceğe…Demek ki insan daha çok mazide yaşayan bir varlık gibi görünüyor. Yani bizler zamanımızın büyük çoğunluğunu geçmişte yaşadıklarımızı düşünerek geçiriyoruz.

Keşfetmeye, fethetmeye, ayak basmaya, başka liman aramaya, hiç olmazsa denemeye karşı fena halde cimriyiz gibi görünüyor. O yüzden bari sizden bu sürüden ayrılın ve zamanınızı değiştiremeyeceğiniz şeyler için boşuna düşünerek ve hayıflanarak harcamaktan vazgeçin.

11- Bu yüzdendir ki daha mutlu olmak ve hayattan tat alarak yaşayabilmek için yaşanan şeyleri tekrar tekrar yaşamayın. Yaşanmışlardan faydalanın.

12- Onlara birazcık daha fazla şans tanıyın. Kendinize ve etrafınızdaki insanlara biraz daha fazla güvenin ve onları daha fazla sevin! Ne kadar çok güveninizi sarmış olsalar bile ! (Zor gelmeyeceğini bilsem biraz daha hoş görülü olun ve insanları olduğu gibi kabullenemeye çalışın bile derdim.)

13- Olabildiğince genellemelerden sakınmaya çalışın. “Bunlar hep benim başıma geliyor !”, “hep böyle yapıyorsun ” dedikçe kendinize bir kez daha sorun: Gerçekten HEP böyle mi oluyor, yoksa bu, zararlı bir genellememi sadece. Lütfen sözlerinizin farkında olarak konuşun. Kendi sözlerinizin esiri olmayın.

14- Başlangıç olarak ne hep verici olun ne de sadece alıcı. Hem vermeyi bilin hem de almayı öğrenin. Ben hep veriyorum, almıyorum demeyin, sadece verirseniz, vermeyi bilmediğinizden hiç bir yere gitmeyecektir. Almasını bilmeyen veremez, vermesini bilmeyen alamaz. Her şeyin bir‪ dengesi‬ vardır. Başlangıçta önce dengeyi sağlayın. Alma ve vermeyi hissettiğinizde de, daha çok vermeye ve daha az almaya doğru harekete geçebilirsiniz.

15- Ve karar verin; şu an sizinde yeni bir hayata başlama anınız olsun ! Burada yazılanları uygulamak için uygun zaman beklemeyin. Hemen şimdi uygulamaya başlayın.

16- Ve asla vazgeçmeyin.

Çok mu zor bunları uygulamak? Bakın bunları yazın ve uygulayın hayatınızın hemen değiştiğini göreceksiniz.

Hayat çok güzel, hakkını vererek ve tadını çıkararak yaşamaya devam edin
Alinti